İŞÇİ DEMOKRASİSİ (Ergatiki Demokratia): Νe emperyalistlerle - Ne milliyetçilerle

Share it now!

 

Εργατική ΔημοκρατίαΝe emperyalistlerle - Ne milliyetçilerle
Anan Planı’na enterasyonalist bir hayır
En iyi “çözüm”: Yeniden yakınlaşma hareketi

Beşinci ve nihai Annan planı çoğu Kıbrıslırum ve Yunanlı siyasi liderler tarafından “dengesiz ve Türk tezlerinin lehine” bir plan olarak nitelendirilmiştir. Hatta “uluslararası faktör” Türkiye’nin tarafını tutmakla ve Yunan tarafına planı kabul etmesi için baskı yapmakla suçlanmaktadır.

Kıbrıs sorununa müdahale eden büyük ve küçük çeşitli güçlerin baskı ve tehditleri, hiç şüphe yoktur ki, hedeflerinin, bu girişimin başlangıcından itibaren kendi çıkarlarına hizmet etmek olduğunu göstermektedir. Ancak diğer yandan beşinci Annan planı hiçbir şekilde, Kıbrıslırum milliyetçilerin göstermeye çalıştıkları gibi “Türk tezlerinin lehine dengesiz” bir plan değildir. Tam tersine Rum tarafının isteklerinin çoğuna cevap vermektedir. Savaş ve işgalden otuz yıl sonra, işgalcinin bu kadar çok şeyi iade ettiği belki de tarihte ilk kez görülmektedir. Kıbrıs Rum egemen sınıfı onca şeyi geri almayı ve Kuzey’de yeniden söz hakkına sahip olmayı en cesur rüyalarında bile görmeyi bekleyemezdi.

Referandumda “evet” ya da “hayır” dememizin kriteri, planın Rum tezlerine ne denli cevap verdiği olsaydı , gözümüzü kırpmadan “evet” derdik.

Ancak kriterimiz bu mu olmalıdır? Savaşsız, ayrımcılıkların yapılmadığı, yoksulluk ve baskıların olmadığı bir toplum için mücadele verenler için kriterler, bizim tarafımızın ulusal kazanımları değil, başka şeyler olmalıdır. Planın neye hizmet ettiğine bakmalıyız. Adada barış ve demokrasiyi garanti altına alıyor mu, yoksa geçmişte yaşanan milliyetçi patlamalar, savaşlar ve soğuk savaşın zıtlaşmaları yeniden mi yaşanacaktır?

Emperyalistlerin planları

Kıbrıs sorununa ilişkin son gelişmelerin, Kıbrıs’taki iki tarafça, anlaşmazlıklarına kabul edebilecekleri bir çözümü bulmak için iyi niyetli çabalarla değil, BM’i ve Kofi Annan’ı denetleyebilen ABD tarafından başlatıldığı herkesçe bilinmektedir. Irak’ı, ve Afganistan’ı kana bulayan, Filistinliler’i yok edebilmesi için Şaron’a arka çıkan Bush’un, ansızın barış güvercini kesildiğini ve Kıbrıs’ta barış ve demokrasi için, Kıbrıslırumlar’la Kıbrıslıtürkler’in birliği için çalıştığını düşünmek saflık olurdu. Kesinlikle hayır. Kıbrıs sorununa ilgileri, Orta Asya petrollerini kontrol altına almaya ilişkin planları ve ABD’nin dünyanın tek süper gücü olarak yerini daha da sağlamlaştırması noktasından başlamaktadır. Bu planların bir kısmı Irak savaşına ilişkindir ve Annan planının, bu savaşın hazırlık çalışmaları ile aynı dönemde ortaya çıkması tesadüf değildir.

Irak’ta karşılaştıkları direnişle ve başka ülkelerle ilişkilerinde ortaya çıkan sorunlar ABD’yi planlarında değişiklik yapmak zorunda bırakmıştır. Bu 13.3.2004 tarihli “Yatırımcının Dünyası” gazetesine göre, “Büyük Orta Doğu projesi ile olduğu kadar, Yeni Avrupa stratejisi ile de bağlantılıdır. Kıbrıs sorunu Orta Doğu’da bir deneydir ve bu sorunun çözümü bölgede uzun yıllardır devam eden anlaşmazlıkların çözümlenmesinin başlangıcını teşkil etmektedir.” Moritanya’dan başlayıp Afganistan’a uzanan ve Kıbrıs’ın yanı sıra, Türkiye, Irak, Suriye, İsrail ve başka ülkeleri de kapsayan dev stratejik ve ekonomik öneme sahip bir bölge. Ancak anlaşıldığı kadarıyla, bu planlar da tepkiyle karşılanmaktadır, bu yüzden de bölgede bir pilot uygulama işlevini yerine getirecek şekilde, Kıbrıs sorununun ne pahasına olursa olsun çözümünü istemektedirler.

Zaten Amerikalıların kendileri de bunu açık bir şekilde ifade etmektedirler. Geçen Mart ayı başında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Mark Grosman “Büyük Orta Doğu turu” olarak adlandırılan gezisinden önce, ABD’de yaşayan Rumlara yönelik olarak yaptığı konuşmasında “Kıbrıs sorununun çözümü ABD’nin ulusal çıkarları açısından yaşamsal öneme sahiptir” demişti.

Tabii ki ABD’nin çıkarları için “yaşamsal öneme” sahip olan şey, Kıbrıs’ta barışın, demokrasinin ve adaletin egemen olması değil, bölgeyi denetimleri altına almak için şart olan, iki temel müttefiki Türkiye ile Yunanistan’ın işbirliklerini ve ilişkilerindeki istikrarı sağlamaları ve bunun yanı sıra adayı “batmayacak bir uçak gemisi” olarak kullanabilmeleri için, adadaki varlıklarını ve kontrollerini garanti altına almaktır. Amerikalıların Kıbrıs sorununa müdahalesi bu perspektifi hedeflemektedir ve Annan planının hizmet ettiği temel ve birincil amaç da budur. Bu nedenle de, planın pek çok noktası iktidar ile toprağın iki taraf arasında “adil ve dengeli” bir biçimde paylaştırılması ile ilgilidir.

Plan iki taraf arasında var olan bugünkü güç dengelerini yansıtan bir uzlaşmadır. Kıbrıs Rum egemen sınıfı 1974 yılında, savaşı, Kıbrıslıtürkler üzerindeki egemenliğini ve adanın önemli bir bölümünü kaybetti. Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıs Türk egemen sınıfı 1974’ten bugüne kadar devam etmekte olan ekonomik ve siyasi savaşı kaybetmişlerdir. Plan bu gerçeklikleri yansıtmakta ve bu “dengeleri” korumaktadır.

Bu “dengeler” onlarca yıldır adayı denetimlerine almak için çatışmakta olan ve diğeri karşısında kendi çıkarları yönünde “denge” sağlamaya çalışan iki tarafın egemen sınıflarını ilgilendiriyor olsa da, bu çatışmaların ve savaşın bedelini ödemiş olan iki tarafın sıradan insanlarını ilgilendirmemektedir. Kıbrıs sorununa taraf olan egemen sınıfların çıkarlarını ”dengeleyen”, her iki tarafın sıradan insanlarının beklentilerini ve haklarını feda eden ve gelecekte yeni zıtlaşmaların ve çatışmaların koşullarını yaratan böylesi bir çözümün bedelini ödeyecek olanlar bu sefer de onlardır.

Plan Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk liderler arasında makamların ve yetkilerin paylaştırılmasını ve bu ince “dengelerin” oluşturulmasını detaylı bir şekilde öngörürken, sıradan insanlar için on binlerce yeni göçmen, iç sınırlar ve ayırım çizgilerinin ve ayırımcılıkların kalıcılaşmasını öngörmektedir. Pratikte sıradan insanlar arasında bile zıtlaşmalara ve çatışmalara yol açabilecek belirsizlikleri ve soru işaretlerini taşıyan bir dizi maddeyi içermektedir.

Elbette adaya müdahale eden büyük ve küçük emperyalist güçlerin çıkarları için farklı yorumlara yol açabilecek ya da soru işaretleri taşıyabilecek hiçbir nokta içermemektedir. “Ana vatanlar” adada askeri varlıklarını devam ettirmenin yanı sıra, müdahale etme haklarını da koruyacak, aynı zamanda “hediyelerini” de alacaklardır. Türkiye Avrupa Birliği’ne girebilmek için net bir şekilde Yunanistan’ın ve Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin desteğini alacak, Yunanlı kapitalistler ise Türkiye’nin “Avrupa’daki yerini” sağlama almak isteyen Türkiye’nin sürekli olarak bazı karşılıklar vermek zorunda kalacağı uzun süreli bir dönem için yatırım yapmaktadırlar. Ancak en iyi “hediyeleri” Amerikalılar ve İngilizler almaktadırlar. Üslerini , casusluk istasyonlarını güvence altına alıyorlar ve ihtiyaçları olan tüm kolaylıkları elde ediyorlar. Üstelik de bu kez bunları referandumlarla sağlamış oluyorlar. Hatta, özünde AB’ye katılımı isteyip istemediği halka hiç sorulmayacağı için, Avrupa Birliği’ne giriş de şantajcı bir biçimde dayatılmış oluyor. Aralarından bazılarını kabul edip etmemenizden bağımsız olarak, bütün bunlar bir paket haline getirilerek, referandumlarda cevap vermeniz üzere önünüze konuluyor. Onlar, ada insanlarının barış ve bir arada yaşama arzularını kullanarak, bu paketle birlikte kendi emperyalist planlarını da kabul ettirmeye çalışıyorlar.

Planda “değişiklikler”

Yaratıcılarının müzakere edilemez olarak niteledikleri Annan planının özü ve “felsefesi” budur. “ABD’nin yaşamsal öneme sahip çıkarlarına” hizmet edecek bir şekilde Kıbrıs sorununun süratle “çözümü” hedeflenerek, iki tarafın egemen sınıfları arasındaki dengeler korunmaya çalışılmaktadır. Bu “çözümün” yine milliyetçi kini besleyen bir zıtlaşmaya dönüşmek için bütün önkoşullara sahip olup olmaması ya da binlerce Kıbrıslırum, Kıbrıslıtürk sıradan yurttaşın ya da Türk göçmenin bir yeni nüfus göçünün bedelini ödeyip ödemeyecekleri, evlerinden olup olmayacakları onları ilgilendirmemektedir. Onlar için ada üzerinde yaşayan insanlar sadece sayılardan ve istatistik verilerden ibarettir. Bu tamamen emperyalist ve bölücü bir felsefedir.

Papadopulos’un önerdiği değişiklikler bu felsefeye karşı değildir ve kendisinin iddia ettiği gibi planı yaşayabilir ve işlerliği olacak bir hale getirme hedefini de gütmemektedir. Papadoplulos’un hedefi planı Kıbrıs Rum tarafının çıkarlarına daha fazla cevap verecek bir yapıya kavuşturmaktır. Aynı şekilde Erdoğan ve Talat’ın önerdikleri değişikliklerin hedefi de planı Türk tarafının çıkarlarına daha uygun bir hale getirmektir.

Her iki tarafın da daha fazla avantaj sağlama çabaları bizi hiçbir yere vardırmaz. Rum çıkarlarını daha fazla gözeten bir plan istemiyoruz. Tam tersine biz Kıbrıslırumlar, hükümetimizden 1974’ten önceki yıllarda Kıbrıslıtürklere yapmış olduklarımızdan dolayı, onlara daha fazla şey verilmesini istemeliydik. 1974 savaşında Kıbrıs Rum egemen sınıfının yenilen taraf olması, masum bir kurban olduğu anlamına gelmez. O zamana kadar Kıbrıslıtürkleri ezen, katleden, yerlerinden eden onlardı.

Bu nedenle biz, hedeflerine ulaşması için hükümetimizi destekleme yerine, Kıbrıs’taki savaş ve felaketlerde onların taşıdıkları sorumlulukları ortaya koymalıyız.

Kıbrıslıtürklerin aleyhine ekonomik, politik, hatta kültürel ambargoyu dayattığı ve sadece kendisine daha fazla talepte bulunma olanağını verecek şekilde demografik dengenin sağlanması için (yerleşikler adını verdiği) Türk göçmenlerin kovulmasını, bu yoksul insanların yerlerinden edilmesini talep ettiği bir anda insan haklarından, demokratik duyarlılıklardan ve iyi niyetten söz eden iki yüzlü beyanlarını kınamalıyız

Eğer iki tarafın liderleri, kendilerinin söyledikleri gibi, iyi niyetli ve samimi olsalardı, Kıbrıs sorununun barışçıl ve demokratik bir şekilde çözülmesi hedefiyle anlaşma ve işbirliği yolları bulmak için hiçbir ana vatana ya da hiçbir hakeme ihtiyaçları olmazdı. Üslerin kapatılması, Kıbrıs’ın askeri amaçla kullanılmasının yasaklanması, hatta Kıbrıs sorunun çözümünden sonra, her iki tarafın egemen sınıflarının ve sürece yukarıdan bakan büyük emperyalist güçlerin bugün dayatmaya çalıştıkları ikilemler ve şantajlar olmadan, Avrupa Birliği’ne girip girmeme konusunda ortak bir referandum yapılması gibi, iki tarafın insanlarını birleştiren ortak taleplerde anlaşabilirlerdi. Ada insanlarının çıkarlarıyla ilgileniyor olsalardı, onların sesine kulak verebilir, özellikle 23 Nisan sonrasında ifade ettikleri arzularını dinleyebilirlerdi.

Bugün iki tarafta da, emperyalizme ve üslere karşı olduklarını, iki toplum arasında işbirliği, barış ve karşılıklı saygıdan yana olduklarını ilan etmiş olan sol partiler hükümette bulunuyor. Ancak bu tezlerini öne çıkarmak yerine, kendi taraflarının ulusal taleplerinin güvence altına alınmasına yardımcı olmalarını ümit ederek emperyalistlerin desteğini kazanmak için susuyorlar. İşbirliği ve birbirlerine karşılıklı olarak anlayış göstermek yerine, kendi taraflarının lehine daha fazla kazanç sağlamak için birbirleriyle çatışıyorlar. Daha da kötüsü, gelecekte ortaya çıkabilecek olası bir çatışma durumunda güçlü olan taraf olmayı güvence altına almaya çalışıyorlar. (Bu nedenle, yeni devletin egemenliğinin nereden kaynaklandığı konusunda bu kadar gürültü koparılıyor. Çünkü gelecekte bir çatışma ortaya çıkması ve Kıbrıs Türk kurucu devletinin ayrılması durumunda uluslararası kimliğe sahip olup bağımsız bir devlet olarak tanınıp tanınmayacağı buna bağlıdır. Bu yüzden, gelecekte bu anlaşmayı değiştirebilmeleri için, “Avrupa müktesebatı” denilen çerçeveye aykırı, kalıcı derogasyonların olmaması için bu kadar gürültü koparılmaktadır.Tabii ki bu arada bu “müktesebata” aykırı olan kalıcı derogasyonu oluşturan üslerden hiç söz edilmemektedir.)

Böylesi bir niyetle ne tür çözüm olursa olsun bundan öncesinde ulaştıklarından daha iyi bir sona ulaşılmayacağı aşikardır. Planın Kıbrıs Rum toplumundaki en koyu savunucuları bile anlaşmanın imzalanmasından sonra da yapılabilecek değişikliklerden söz etmektedirler. Tabii ki bunu gündeme getirirken anlaşmanın daha “yaşayabilir ve işlerliği olacak hale gelmesi” ihtiyacından ve bunun yapılabilmesi için de Kıbrıslıtürklerin de bunu kabul etmelerinden söz etmektedirler. Zürih anlaşmalarını değiştirebilmek için 1960-63 döneminde de benzer argümanları kullandıklarını ve bunların sonucunda çatışmalara varıldığını unutmaktadırlar. Kıbrıslıtürklerin onayını sağlamak için o zaman da çaba sarf etmişlerdi. Ancak başaramayınca Yorgacis’in bilinen “Akritas” planını dayatmak suretiyle şiddet kullanarak değişiklikleri sağlamışlardı. Bugünkü gelişmelerde de aynı unsurlar başrolü oynamaktadırlar: Denktaş, Papadopulos, Kliridis, Türk ve Yunan hükümetleri, ABD ve İngiltere’nin, Kıbrıs sorununu yaratan ve bunca yıldır yaşatanların, şimdi bu sorunu barışçıl ve demokratik bir biçimde çözebileceklerine hiçbir şekilde inanmamalıyız.

Planın destekçileri geçmişte yaşananların bugün Avrupa Birliği çerçevesi içerisinde tekrarlanamayacaklarını ve AB’ye katılımın katalizör rolü oynayacağı iddiasını öne sürmektedirler. Buna rağmen, “Avrupa Birliği’ne katılım olmadan bu planın yıkıcı” olacağını kendileri de kabul etmek zorunda kalıyorlar. Ancak Avrupa Birliği yeni bir yıkımı engelleyebilir ve adada barışı ve demokrasiyi garanti altına alabilir mi? Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan ile Türkiye’yi bir kayalık yüzünden savaşın eşiğine vardıran Kardak krizinin üzerinden çok fazla zaman geçmiş değil. Bunların yanı sıra, Annan planının uluslararası siyasi rekabette ilk kez olarak ortaya çıkan orijinal bir plan olmadığını da unutmamak gerekir. Emperyalistlerin “yaşamsal çıkarlarına” hizmet etmek için, çatışan iki taraf arasında, ülkeyi ve iktidarı “dengeli” bir şekilde paylaştıran benzeri planlar, Avrupa Birliği, NATO ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün garantisi ile Bosna, Kosova, Filistin ve Lübnan gibi başka ülkelerde de uygulanmıştır. Adı ister Avrupa Birliği, ister NATO, ister Birleşmiş Milletler olsun, emperyalistlerin garantilerinin ne denli güvenilir olduğunu görmek için bu bölgelerde bugün neler olup bittiğine bir göz atmak yeterli olacaktır.

23 Nisan sonrasında yeniden yakınlaşma hareketi

Annan planı gelecekte olası zıtlaşmaların ortaya çıkmasına kapıyı açık bırakmasının yanı sıra, özellikle sınırların açılmasından sonra ifade edildiği biçimiyle yeniden yakınlaşma hareketinde de sorunlar yaratmıştır.

Geçen yıl, 23 Nisan tarihinden sonra sınırların açılmasıyla birlikte barış ve dostluk yanlısı muhteşem bir hareketin tanığı olduk. On binlerce Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk resmi siyasi liderliklerinin arzularına karşın, evlerini ziyaret etmek ve düne kadar kendilerine “düşman” olan yabancılarla buluşmak için diğer tarafa geçtiler.

Orada “düşmanlar” yerine harika bir barış ve dayanışma şenliği havası içerisinde açık kapılar ve donatılmış sofralarla karşılaştılar. Sessiz ve sakin bir şekilde sohbet ettiler ve sorunlarına kendi bildikleri biçimde çözüm buldular. Kaldıkları evlerin eski sahiplerini kendileriyle birlikte yaşamaya davet ettiler. Ya yanı başlarına yeni bir ev inşa edip ya da eski evi genişletip uyumlu bir şekilde hep birlikte yaşamaya davet ettiler… İki tarafın resmi makamlarının koydukları sınırlamaları, yasakları aştılar. Bir Kıbrıslıtürk kadının evinde bulup sakladığı mücevherleri, 1974’te evinde bırakıp kaçmak zorunda kalan Kıbrıslırum kadına iade etmesi; Kıbrıslırum bir göçmenin kuzeydeki evinde yaşamakta olan Türkiyeli “yerleşik”i güneydeki evinde konuk etmesi ve bunun sonucunda her ikisinin de iki tarafın mahkemelerinde sanık durumuna düşmeleri gibi olağanüstü olaylara tanık olduk. Ancak Annan planı böylesi nezaket ve cömertliklere müsaade etmiyor. Hangi göçmenlerin nasıl ve ne zaman köylerine dönebilecekleri konusunda kotalar, koşullar, önkoşullar ve takvimler öngörüyor. Annan ve Amerikalı hakemler için önemli olan sıradan insanların ne istedikleri değil, egemen sınıflar için gerekli olan “dengeler”dir.

Onların planı başından sonuna kadar insanları kendi toplumları içerisinde ulusal siperlere itecek bölücü düzenlemelerle doludur. Böylelikle 23 Nisan’dan sonra büyük bir darbe alan milliyetçilik surlarını güçlendirmektedir. Her iki tarafta da milliyetçiliğin yeniden canlandığının ilk işaretlerini daha şimdiden gördük.

“Teslimiyetçi” milliyetçiler

Annan planını savunanlar, buna karşı çıkan herkesi milliyetçi olmakla suçluyorlar. Planı “Türkiye’nin lehine dengesiz” olduğu için reddeden siyasi parti liderliklerinin, bunu, Rum tarafının tezlerine daha yakın bir plan istedikleri için yaptıklarından hiç kuşku yoktur. Hatta mümkün olsaydı eğer, bunlardan bazıları Kıbrıslıtürkler’i adadan yok etmeyi de isterlerdi. Ancak bu, planı destekleyenlerin enternasyonalist ya da Kıbrıslıtürklere karşı daha demokrat oldukları anlamına kesinlikle gelmez. Tam tersine, onların da çoğu milliyetçidir, sadece “realizm” taraftarı oldukları için, bugün düşmanı yenemeyeceğimizi biliyor ve uzlaşma yoluyla Kıbrıs Rum çıkarlarından kurtarılabilecek ne varsa onları kurtarmaya bakmaktadırlar.

Planı savunanların diğer argümanı ise, Kıbrıslıtürklerin adada hak sahibi olduklarını ve onları özgür ve eşit bir şekilde kullanmaları gerektiğini kabul etme noktasına değil, 1974 yenilgisini yaşamış olmamızdan dolayı bugün onun bedelini ödemekten başka çare olmadığı mantığına dayanmaktadır. Herkesin “acı verici uzlaşma” gibi ifadeler kullanması ve “evet” demediğimiz takdirde karşılaşabileceğimiz olası sonuçlar hakkında uyarıda bulunması bu yüzdendir.

Kaldı ki, onların tümünün, Kıbrıslıtürklere karşı uygulanan ambargoyu hiçbir zaman protesto etmemiş olması, silahlanmaya ya da S-300 füzelerine karşı hiçbir kampanya örgütlememiş olması ve tarafımızın milliyetçi tutumunun açık çatışma noktasına kadar vardığı durumlarda susmuş olmaları tesadüf değildir.

Bir de , ne olursa olsun, kapitalist bir sistemde yaşadığımıza göre, bütün plan ve anlaşmaların emperyalist olacağını ve bu durumda seçeneklerimizin, ya emperyalistleri ya da milliyetçileri izlemekten başka çaremiz olmadığını savunanlar var. Bu anlayış, “bugün alabileceklerimizi alma fırsatını kaçırmayalım, gelecekte de alabileceklerimizi almaya bakarız” diyen çoğu zaman üstü örtülü bir milliyetçiliği içermektedir. Bu, en iyimser yorumuyla bile, harekete hiçbir güveni olmayan, hareketin siyasal gelişmelerde belirleyici bir unsur olabileceğine inanmayan bir anlayıştır. Bu anlayış, bir yandan işçi sınıfı ve hareket adına konuşurken, bir yandan da hareketin olanaklarını ve başarılarını unutmaktadır. Bu anlayış Denktaş’ı sınırları açmak zorunda bırakanın bu hareket olduğunu ve sınırların açılmasının ardından nelerin yaşandığını unutmaktadır. Geçtiğimiz Aralık ayında yapılan seçimlerde Denktaş’a şamar vuranın bu hareket olduğunu unutmaktadır. Irak’a saldırıda Türkiye’deki üslerini kullanmak isteyen Bush karşısında Erdoğan’ı “hayır” demeye zorlayanın Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde toplanan 100.000 protestocunun olduğunu unutmaktadır. Savaşa ve Bush’un emperyalist planlarına karşı dünyanın her köşesinde gerçekleştirilen görkemli protesto gösterilerini unutmaktadır. Kısa bir süre önce yapılan son İspanya seçimlerinde meydana gelen olağanüstü değişikliği ve Bush ile Blair’in en sadık müttefiki olan Aznar’ı alaşağı eden sonucu unutmaktadır.

Milliyetçilerle ya da emperyalistlerle olmayı seçme ikilemi sahte bir ikilemdir. Ne milliyetçilerle, ne de emperyalistlerle. Hareketle. Halkın yüzde 80’inin “Annan planına hayır” demesi, onun Rum tezlerine daha yakın bir plan istediği anlamına gelmez. “Hayır” diyenlerin özellikle solda yer alan önemli bir bölümü, sonunda planın geçmişte yaşanan savaşların, kıyımların ve göçmenliklerin yeniden yaşanmasına yol açmasından korkmaktadırlar. Amerikalılarla İngilizlerin Kıbrıs’a barış getireceklerine inanmadıkları, üsleri istemedikleri, sermayenin, savaşın ve ırkçılığın Avrupa’sı tarafından ikna olmadıkları, düne kadar karşılarına savaş yanlısı ve milliyetçi sloganlarla çıkan bugün ise barış güvercini ve dostluk ile yeniden yakınlaşma meleği kesilen ikiyüzlü siyasi liderlere güvenmediği için tepki göstermektedirler.

Bütün bu insanları milliyetçilere armağan edemeyiz. Onları anti-emperyalist ve enternasyonalist bir “hayır” ile kazanabiliriz ve kazanmalıyız. Her şeyden önce ilkin kendi tarafımızın milliyetçilerine, teslimiyetçilerine ve retçilerine karşı olan, diğer tarafa taviz vermeye zorlayan, iki tarafın insanlarının dostluğunu ve işbirliğini ileriye götüren bir “hayır” ile bu insanları kazanabiliriz ve kazanmalıyız.

Ortak eyleme kapı açıyor mu?

Bir de, Annan planının, iki tarafın sıradan insanlarının ortak eylem ve işbirliği için kapı açtığına ve bunun gelişmesi aracılığıyla daha iyi bir sonuca ulaşacağımıza inanan kesim var. Bu görüşü savunanlar planın emperyalist karakterinin yanı sıra Kıbrıs’taki çatışmanın emperyalist karakterini de göz ardı etmektedirler. Savaşlara ve çatışmalara yol açan temel nedeni oluşturan, iki tarafın egemen sınıflarının adayı kendi kontrolleri altına almaya yönelik rekabet ve çatışmalarını görmezlikten gelmektedirler. Bu çatışma hiç durmadı. Bütün bu yıllar boyunca savaş kimi zaman askeri , kimi zamansa siyasi ve ekonomik araçlarla durulmadan devam etti. Geçmişin hatalarından “dersler çıkardıkları” konusunda onlara güvenmemeliyiz. Çünkü söz konusu olanlar, “hatalar” değil, diğer tarafın karşısında kendi çıkarlarını sağlama almaya yönelik bütünlüğü olan hesaplı bir politika söz konusudur. Zaten müzakereler sürecinin kendisi ve bugün bile bir tarafın diğer taraf karşısında başvurduğu diplomatik manevralar ve çelmeler, tarafların sahip oldukları niyetin en iyi göstergesidir.

Bu önkoşullarla en olası olan, Annan planının, iki taraf arasında barışçıl işbirliği ve anlaşma sürecine değil, soğuk savaş dönemine ve milliyetçiliğin hakimiyetine kapıyı açmasıdır.

Annan planı zemininde, sadece yerleşim konusunda değil, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki kurucu devleti arasında dolaşımda bile sınırlamaların olmaya devam etmesi öngörülmektedir. Diğer tarafa gitmelerine müsaade edilmeyecek kişiler olacak, göçmenlerin yerlerine dönmeleri ise uzun yıllar alacaktır. Tabii ki, bütün bunlar bu sınırlamaların uygulanmasını denetleyecek kontrol noktalarının var olmasını şart koşmaktadır.

Anlaşıldığı üzere, Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk emekçilerin ortak eylemlerinin varlığı, hatta birlikte yaşamamız ve birlikte çalışmamız dahi Annan planına bağlı değildir. Plan bunları tek başına sağlamaz. Mühim olan, iki tarafın sıradan insanlarını birleştiren insiyatifleri ortaya koyabilen ve ortak eylemler örgütleyebilen siyasal güçlerin var olmasıdır.

Ortak eylem

Böylesi insiyatifler ve ortak eylemler için olanaklar bugün her zamankinden daha elverişlidir. Kıbrıslıtürklerin de bu tür kaygıları vardır ve onlar da bu çözüm planıyla geçmişin tekrar etmesinden korkmaktadırlar. Annan planını kabul ediyor gibi görünüyorlar, ancak onlara herhangi bir başka bir seçenek de sunulmamıştır. Aksine sürekli olarak Kıbrıs Rum tarafının Avrupa Birliği’ne tek başına girmesi halinde durumlarının daha da kötüleşmesi tehdidi altında bulunuyorlar.

İçerisinde üslerin , adanın askeri amaçlarla kullanımının olmadığı, bazı yüksek hakemler tarafından şantaj ve baskıların sonucu olarak belirlenen bir çözümü değil, kendilerine kaderlerini tayin etme olanağını veren bir çözümü tercih edeceklerinden kuşku yoktur. Onların gerçekten serbest bir iletişim ve işbirliği sonucunda belirlenecek bir çözümü tercih edeceklerinden kuşku yoktur.

Kıbrıslıtürkler’in gerçek kaygıları “diğer” tarafın bu özgürlükleri ve kendi ekonomik ve siyasi üstünlüğünü, geçmişte yaptığı gibi, onlara kendi isteklerini dayatmak için kullanıp kullanmayacağına ilişkindir. Ancak, bu geçmişte de görüldüğü gibi ne anavatanların garantörlükleri ile, ne de Avrupa içerisindeki savaşları bile desteklemiş ve körüklemiş olan AB tarafından güvence altına alınamaz. Garanti ve güvenliği sağlayabilecek tek unsur, hareketin Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye’de milliyetçiliğe karşı direnişidir.

Bugün ile 1960 dönemi arasındaki en büyük fark da budur. O zaman böylesi bir hareket mevcut değildi. Her iki tarafta da milliyetçiler egemendi. Sol, onları izlemiş ve katliamların, etnik temizliklerin yapılmasına ve iki tarafın sıradan insanlarının arasında nefret ve kuşku duygularının egemen olmasına izin vermiştir. Bugün iki tarafın da siyasi liderliklerinin dayattıkları güvenlik sınırlarını aşan ve onların, kontrolü ellerinden kaçırmalarına neden olan, sınırların açılmasını dayatan bir hareketin dinamizmi var.

Üstelik bugün, dünya çapında, emperyalistlerin planları karşısında direnen bir hareket var. Bush ve Blair’in savaş seferberliklerine, G-8’lere, Uluslararası Para Fonu’na, sermayenin , savaşın ve ırkçılığın AB’sine direnen bir hareket var. Geçtiğimiz yılın 15 Şubat’ında, 30 milyon insanın Irak savaşını protesto etmek için yollara dökülmesini sağlayan, Avrupa ve Dünya Toplumsal Forumu tarafından koordine edilen bir hareket var.

Emperyalistlerin Kıbrıs’a yönelik planlarına karşı direnişimizi bu hareketle birlikte mücadele ederek gerçekleştirmekteyiz.

Gerçek ikilem referandumda Annan planına “evet” ya da “hayır” ile cevap vermek değildir. Kıbrıs’ta barış ve demokrasiyi gerçekten isteyip istemediğimiz veya bunların şart ve önkoşullarını yaratıp yaratmadığımızdır. Kıbrıslırumlar için gerçek soru, Kıbrıslıtürkler’in birlikte yaşamayı isteyip istemedikleri ve bunun ne şekilde olmasını istedikleri konusunda onlara karar verme hakkını tanıyıp tanımadıklarına ilişkindir. Zorla, şantaj ve tehditlerle barış içerisinde bir arada yaşama olamaz. Annan planını destekleyen Kıbrıslırumlar bugün planı savunmak için harcadıkları zaman ve çabanın yarısını ambargoya, silahlanmaya ve Kıbrısrum milliyetçiliğine, emperyalistlere ve üslere karşı mücadeleye ayırmış olsalardı, iki tarafın sıradan insanlarının dostluğuna ve birliğine, Kıbrıs sorununa gerçekten demokratik ve barışçıl bir çözüm bulunması çabalarına yönelik olarak çok daha fazla hizmet sunmuş olacaklardı.

Bu nedenle Annan planına “hayır” demeyi referandumda basit bir cevap olarak değil de, böylesi bir yeniden yakınlaşma hareketinin kurulmasına yönelik daha bütünsel bir çabanın parçası olarak görmeliyiz. Amerikalıların hakemliğine “hayır” diyen, “anavatanların” müdahalelerine “hayır” diyen, üslere “hayır” diyen, adamızın askeri amaçlarla kullanılmasına “hayır” diyen, Avrupa Birliği’ne katılıma “hayır” diyen, diğer tarafın sıradan insanlarına karşı gerçekten eşit ve samimi bir tutumu isteyen insanlar vardır. Bunlardan kimileri referandumda “evet” demeye hazır olabilirler, ancak aynı zamanda da karşı oldukları noktalara ilişkin olarak da eyleme geçmeye hazırdırlar.

Bugün gerekli olan , bütün bunlara karşı çıkarak ortak eylemi örgütleyecek insiyatifi alacak olanların öne çıkmasıdır. Gerekli olan, milliyetçiliğe ve her iki tarafın egemen sınıflarına karşı çıkan ortak eylemdir. Bizi emperyalistlerin planlarına karşı direnen evrensel hareketle birleştiren ortak eylemdir. Böyle bir hareket elbette ki , emperyalistlerin Kıbrıs’a yönelik planlarına “evet” denilmesi noktasından başlayamaz. Tam tersine, her iki tarafta da barışı savunanlar tarafından güçlü ve enternasyonalist bir “hayır” denilmesi gerekmektedir.

Böylesi bir hareket ütopya değildir. Son yıllarda ve özellikle de sınırların açılmasından sonra, böylesi bir çabanın ilk örneklerini zaten gördük. Bugün her ne kadar iki tarafın hükümetlerinde yer alan sol partiler tarafından denetlendiği için hareketsiz hale gelmiş olsa da, Sendikal Forum doğru bir insiyatifti. İki tarafın gençlik örgütleri, kadın örgütleri, kültürel ve diğer örgütlenmeleri tarafından düzenlenen iki toplumlu etkinlikler de olumlu girişimlerdir. “Milliyetçiliğe ve Savaşa Karşı İki Toplumlu İnsiyatif” tarafından Kıbrıs’taki savaşların Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum masum kurbanlarını anmak için, geçen yaz, Konstandinu ve Eleni mezarlığı ile Muratağa’da gerçekleştirilen ortak törenler gibi etkinlikler de çok önemliydi. Limnidi’deki Barış Kampingi, üslere ve Ağrotur’daki radarlara karşı ortak miting ve 20 Mart’ta gerçekleştirilen savaş karşıtı gösteri de bunların örneklerindendi.

Adada barışı sağlamayı, savaşlara, felaketlere, etnik temizliklere yoksulluk ve baskılara yol açanları başımızdan tamamen atmanın önkoşullarını yaratmayı istiyorsak, Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler olarak hep birlikte böylesi bir perspektife yönelmeli ve hareketimizi bu yönde koordine etmeliyiz.

“Ergatiki Dimokratia” (İşçi Demokrasisi) böyle bir çabanın yükümlülüğünü ve Kıbrıs sorununa ilişkin siyasal gelişmelere müdahale etme fakat aynı zamanda da daha geniş anlamıyla anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir sol hareketin inşası hedefiyle iki taraftan da örgütlerin ve aktivistlerin katılımıyla enternasyonalist bir platform oluşturma insiyatifini üstlenmiştir ve bu görüşleri paylaşan herkesi, bu hedefi birlikte gerçekleştirmeye çağırmaktadır.

Nisan 2004